5 Ağustos 2014 Salı

Cümbüş

Gündüzleri hayallerle,
Geceleri rüyalarla geçen günlerde
Bir puzzle oyunuymuş gibi hayatın
Parçaların bini bir, biri bin.
Zor artık bulmak doğru parçayı
ya da doğru puzzle'ın yanlış parçaları.
Renkler ve olaylar zincirinde sakin kalmak
Endişesi hiç bitmiyor geçen zamanın
Bilahare unutmak geliyor aniden tüm yol haritanı
Bir cümbüşün içinde buluyorsun kendini
Başkaları çalıyor sen oynuyorsun sanki
Tatmin etmiyor seni yaptığın doğrular
Daha fazla ve daha fazla arzuluyorsun insanca
Fakat ab-ı hayattan beklediğin gibi oluyor sonra
Daha az ve daha az kazanıyorsun.
Ama kazanıyorsun.
Hep kazanıyorsun.
Farkında değilsin galibiyetlerin
Bundan dolayıdır tüm tükenişlerin
Ne olursa olsun bitti dediğinde
Bitmiyor. 
Sen kazanıyorsun.

22 Temmuz 2014 Salı

Düş

Başlamak güne hep aynı umutlarla
Bırakmıyor yakanı; geçmiş,
Geride bıraktığını sandığın herşey;
Aslında hiç önünde değilmiş.
Her yeni başladığın gün; bir yıl
Ve aradığın her gerçek parça senmiş,
Ayrı kalmışsın kendinden
Kime anlatsan hâlini,
Gözleri dolmuş; gülmüş
Aman ile amaan arasında gidip gelirken
Senin kuracağın düşleri gözlerin görmüş...

20 Temmuz 2014 Pazar

Sonsuz Suç

   İnsanın doğasında vardı bir şeyler yaratmak. Aslında insanında kendine göre bir yaratıcı tarafı vardı. Her insanın ruhunda bulunan bu küçük Tanrı parçaları en büyük tanrıyı oluşturuyordu. Bu yüzden kendi içimizde Tanrıyı hissediyoruz. İçimizde hissettiğimiz bu güç bizi yaratmaya itiyordu. İnsanlar, belki yaratılan, kesinlikle yaratılanı keşfeden mahlûklardı. Yaratılanlar Tanrısını tanımazdı, onu sadece içinde hissederdi. İçinde hissettiği Tanrıyı başka yerlerde arardı ama içindekine bakmayı unuturdu. İnsanlar sonsuz arayış içinde olan doyumsuz mahlûklarda sayılabilir. 

   İnsanın ilk yarattığı, her zaman en iyisi olmuştur. İkincisinde yapmaya kalksa hiçbir zaman ilki gibi olmazdı. Çünkü ilkinin kendi içerisinde bir güzelliği vardı. O dünyada tekti… Ama bu güzelliğin en büyük düşmanı zamandı. İnsanı ve keşfettiklerini zaman öldürüyordu. Zaman her şeyi bozuyordu. En güzeli ilk baştakiydi ama o bile ilki kadar güzel kalamıyordu. Zamanın en çok etkilediği ise ağızdan çıkan cümleler, söylenen sözlerdi. Ve en önemlisi ise buydu. Yıllar önce söylenmiş bir sözün günümüze kadar düzgün bir şekilde gelmesi beklenemezdi. Zamanın bize zorla oynattığı bir oyun vardı. Yıllardır kulaktan kulağa oynuyorduk aslında. İlk insandan çıkan söz ile son insanın anladığı söz arasında dağlar kadar fark vardı. Geçen zaman ilk söyleneni unutturmuştu. Herkes kendi dünyasında kendi çıkarlarına uygun şekilde anladığı gibi diğerine aktarmıştı. Bu yaptıkları onları bir anlığına kurtarmıştı. Ama yaptıklarının doğurduğu sonuçların farkında bile değillerdi. İnsan en büyük zararı kendisine veriyordu. Düşünmeden yapılan bu hataların sonucunu ise bir sonraki insanlar çekiyordu. Geçmişin hataları yeni insanların sırtında bir yük olacaktı. Doğuştan günahkâr olan bu bedenlerin aslında hiç bir temiz yanı yoktu, geçmişteki insanlar yüzünden. Geçmişteki insanların içindeki çoğalma isteği de buradan geliyordu; suçu yeni insanlara bırakmak. Doğduğundan beri sırtında olan bu yüke anlam veremeyen insan geçmiş hataların cezasını çekiyordu.

   Mükemmel olamayan ve hiçbir zamanda mükemmel olmayacak bu mahlûklar hata yapmaya devam edeceklerdi. Yapılan bu hatalar sonucu biriken hatalar, hep yeni gelen insanların sırtında bir yük, içinde bir ukde olarak kalacaktı. Bu hataların elbette bir sonu olmalıydı. Sonsuza kadar bu şekilde idare edilemezdi. Biriken hatalar sırtta taşınacak kadar hafif olmayacaktı son insan için. Her bozulan insan gibi son insanda geçmişine küfredecek ve yeni bir hata yapmış olacaktı. Aslında ne ilk insan suçluydu ne de son insan… Bütün suç insanın mükemmel olamamasıydı.

15 Temmuz 2014 Salı

Merhaba

Karanlık ve sessizliğin buluştuğu noktada
Sarılacak bir ses arayacaksın
En ufak bir güvenin olmayacak kendine
Ne çıkarsa karşına duygusallığın artacak
Önce gözlerin yaşaracak
Sonra hissetmeyeceksin vücudunun hiçbir yerini
Bırakacaksın kendini yere yavaş yavaş
Güvendiğin sesin resmini oluşturacaksın zihninde
Bir tek o kalacak seni bağlayan Dünya'ya
ve Konuşmaya başlayacaksın iki büklüm bir heyecanla
Daha önce hiç bu kadar fazlasını beslemediğin bir umutla
Harfler tek tek yan yana dizilecek
Belki de ağzından hayatının en önemli cümlesi dökülecek;
Kesilecek tüm bu duyduğun sesler;
Dudaklarından çıkacak o anahtar kelime;
"Merhaba!"

13 Temmuz 2014 Pazar

Utanç Kaynağı

   İnsanların suratına kondurduğu yalancı gülümsemeler ve sırf sormak için sordukları sorular beni sinirlendiriyor ve bir o kadarda utandırıyordu. İnsanların sahtekârlığını anlayınca, onların adına o kadar utanıyordum ki bu duygudan gerçekten nefret ediyordum. Hayatımda en nefret ettiğim duygulardan biriydi başkaları adına utanmak. Kimse sevmezdi bu duyguyu… Karşındaki insanlara karşı yanındaki bir ahmak yüzünden içinde mahcupluk hissetmek ve ağzını açıp ta konuyu değiştirememek beni deli ediyordu. Hele adına utandığın kişinin suratında çok büyük bir halt başarmış gibi aptal bir gülümseme görürsün ya işte ben o anlarda oradan cidden kaçmak istiyordum. O anlarda hayatı ve insanları sorguluyordum. Devamlı adına utandığım bu insanların gerçek hayattaki gayesini merak ediyordum.  Bu da neden yaşıyor ki derdim kendime. Yaşamaktan ne anlıyordu bu insan...  Ama anladım neden yaşadıklarını bu insanların. Sahip oldukları özellikleri vardı. Bu özellikleri onları özel ve seçilmiş yapıyordu. Düşünüyorum bazen, aptal bir insan bile kendini en aptal seçerek özel hissediyor mudur diye? Amacım kimseyi aşağılamak değil ama aptal bir insana zeki hissettirerek yaptığımız en büyük aşağılamaya göre benim ki affedilebilir bir şey. En büyük kötülüğü bu şekilde yapıyorduk onlara. Bir insanın kusuru var ise bence ona sahtekârlık yapıp yok gibi davranmamalıyız. İyiliğini isteyerek vurmalıyız suratına aptallığını… Geri zekâlı bir insana eğer zeki olduğunu hissettirirseniz o insan kendini zeki hisseder ve geri zekâlı olmaya devam eder. Ama geri zekâlı bir insana geri zekâlı olduğunu söylerseniz o insan bir şeylerin farkına varır. Mesela geri zekâlı olduğunun... O insan artık zeki olmak için çalışır ve bunu başarır da…

   İnsanın veya diğer canlıların bütün özellikleri toplum tarafından verilir. Toplum bir bütündür. Birinin yanlışı herkesi etkiler.

   Toplumu, aynı değerler etrafında birleşmek zorunda kalmış, şans eseri kendine bir yer edinmiş bir balonun içindeki havaya benzetirim. Balonun üst tarafını sıkarsanız alt tarafı şişer veya keyfinize göre nereyi sıkmak isterseniz. Bu sizin yanlışınız ama beni ilgilendir, beni etkiler… Topluma bırakılan miras insanların bencilliği yüzünden kısıtlı hale gelmiştir. Toplumun bir kısmı bu miras ile kendine düşenden daha fazlasını isterse diğer kısım’a daha az veya hiçbir şey kalmayacaktır. Hiçbir şeyi olmayan insan yaşam mücadelesinde kendine bir yer edinmek, yaşamak için her şeyi olan insandan çalmak zorunda kalacaktır, kendisinden çaldıklarını almak, öç için… Ve bu yüzden hiçbir şeyi olmayan insan her şeyi olan insanın bencilliği yüzünden toplum tarafından kötü seçilecek ve cezalandırılacaktır. Toplum tarafından mağdur olarak görülen her şeyi olan insan ise iyi olacaktır. Şimdi soruyorum böyle bir saçmalık olabilir mi? Sistem her şeyi olana iyi davranıyorsa bundan ala utanılacak ne vardı? Bu kendini bir halt sanan, her şeyi olan insanın, hiçbir şeyi olmayan insana karşı üstünlüğünün sebebi karnının daha fazla mı tok olmasıydı? Veya üstüne giydiği, doğadan çaldığı aptal giysilerin pahalılığımıydı? İkisini çıplak bir şekilde yan yana koyduğunda benim gördüğüm tek fark, her şeyi olan insanın diğerine göre götünün daha büyük olmasıydı. Başka bir fark göremiyordum. Ve bu görüntüyü gördükçe kendimden ve insanlığımdan utanıyordum. Toplumun yanlışları onlar adına utanmamı sağlıyordu. Hiçbir etkim yokken bu her şeyi olan insanlar adına utanmaktan nefret ediyordum. Tek suçum ise şans eseri bu utanç kaynağının arasına düşmemdi. Zaten nereye gidersem kaçamazdım bu utanç kaynağından. Çünkü dünyanın her yerinde vardı, her şeyi olan ve hiçbir şeyi olmayanın savaşı… Ve her yerde vardı, onlar adına utanan insanlar...

09.07.2014

8 Temmuz 2014 Salı

Hem sen, Hem ben

Merak dolu günler geride artık
İçi hep doluydu mutluluk resimlerinin
Bir var bir yoktu her sabah
Ve gece, sonsuzluğun ismiydi belki de
Kaybolursan diye
Sana, yol haritanı çizdim ellerine
Korkma, her karanlık günün ardından
Avuçlarındaki çizgilere bak,
Onlar sana gösterecekler doğru yolu
Ağlamayacaksın, annesinin elini kaybetmiş çocuk misali
Hiçbirine benzemeyecek bu kayboluşlar
Bisiklet sürmeyi yeni öğreniyormuşsun gibi olacak her anın
Ne zaman düşüyormuş gibi olsan
Dengeni sağlayacak kişi olacağım.
Nihayetinde unutacağım geçmişte iyi kötü ne varsa,
Herşey güzel olacak, umutları yetişecek mutluluk bahçemde
Ne sen beni üzeceksin, ne de ben seni sevindireceğim.
Biz duyguların karmaşasında olacağız
Bire bin katan duyguları besleyeceğiz içimizde,
Nihayet güller açacak
Kuşlar uçacak,
Arılar konacak çiçeklere,
Toprak kokacak yağmur nefesiyle
Ve ben her uzaklaşmaya çalıştığımda biraz daha sana yaklaşacağım.
Belki şiirlerin bile sonu gelmeyecek o zaman.
Rüyaların dünyasında yaşamaktansa, dünyanın rüyalarında yaşayacağız;

Hem sen, hem ben.

6 Temmuz 2014 Pazar

Büyük Aldatmaca

Büyük Aldatmaca

   Düşüncelerime sahip çıkmanın güveni içerisindeydim. Eskisi kadar kandırmıyordum kendimi. Düşüncelerim, benim için çok gizli şeylerdi. Belki herkes için böyledir ama bende diğer insanlar gibi kendi düşüncelerimi kimse tarafından düşünülmemiş hissediyordum. Tabii ki şuan böyle değildi. Düşüncelerim, dışarıya yansıtmaktan utandığım değerlerimdi. Düşüncelerim, benim için adeta bir giysiydi. Kâğıda döktüğüm zaman kendimi çıplak hissetmiştim. Zaten çıplak gelmiştim buraya ve kendimi yeni doğan bir bebek kadar temiz hissetmiştim. Kendi doğallığımı görmemi sağlamıştı bu olay. Ve şunu anlamıştım; Bütün çıplaklığıyla dürüst olmalı insan kendine, yalanlar içinde boğulmamak için…

   Burası, yani üzerinde yaşadığımız bu yuvarlak şey o kadar da masum bir yer değildi aslında. Sonu ölüm olan bir yerde sonsuzca yaşamak büyük bir aldatmacaydı. Sanki bu yaşadığımız yeri mahvetmek için tutulmuş birer işçilerdik. Hepimizin bir zamanı vardı. İşe yaramayacak hale gelip yaşlandığımızda kovuluyorduk buradan. Sistem buydu, böyle işliyordu her şey. Belki çok acımasız bir sistem ama başka türlü işleyemezdi ki zaten. İşte bunu bilmesine rağmen insan, bunları düşünmeden umursamazca yaşıyordu. Çok iyi biliyorlardı sonunu. Ama akıllarına getirmek istemiyorlardı. Dünyanın aldatmacasına kapılıp sömürülüyor ve işleri bittikten sonra ölüyorlardı.

   Doğanın kanunu yaşamak için öldürmekti. Kendinden güçlülere itaat edip güçsüzleri ezmek vardı burada. Dünya yaşanılacak bir yer değildi aslında. Böyle olmasına rağmen yaşanılacak bir yer yapmak için uğraşıyor, savaşıyorduk.

   Doğada, vahşi hayatın içinde yaşayan bir hayvan kadar dürüst değiliz kendimize. Onun kadar bilinçli değiliz. Vahşi bir yerde olduğunun farkındaydı onlar. Vahşiliklerini örtmeye çalışmıyorlardı zaten böyle bir güçleri de yoktu. Kendisinin yaşaması diğerlerinin yaşamasından önemli olduğunun farkında olan hayvanın hiçbir sahtekârlığı yoktu. Hayvanlar her şeyin farkındaydılar, atalarının onlara bıraktığı miras ve içgüdüler sayesinde... Biz ise bu vahşi ortamı değiştirip güzel renklerle boyayıp kötülükleri güzelleştirmeye çalışıyorduk. Kısacası tam bir sahtekârdık aslında. Biz, burada yaşayan dünya işçilerine daha cazip geliyordu böylesi renkli dünyada yaşam. Biraz daha yaşamak için savaşıyorduk ve bunu diğer canlılar gibi açık şekilde değil gizlice yapıyorduk bütün sahtekârlığımızla… Sömürülmek hoşumuza gidiyordu sanırım. Veya sömürülmekten oyalanan aklımız büyük bir uyku içerisindeydi.  Boyanan sadece vahşi ortam değil aynı zamanda insanların gözleriydi de…

   Ciddi şekilde düşündüm de, her şeyin bu kadar sahte olduğunun farkında olmamıza rağmen hiçbir şey yapmıyorduk. Ben, oturmuş burada sadece bunları kâğıda döküyordum. Bunu okuyacak insanlar bile belki sonunu getiremeyecek ve bana küfredeceklerdi. İçlerinden “ Bu bir şeyleri bildiğini sanan lanet herifte ne anlatmış şimdi burada” diyeceklerdi. Ne yalan söyleyeyim haklılar. Bende olsam aynısını yapar küfrederdim. Hatta şuan bile kendime küfrediyordum her zamanki gibi. ”Ne yapıyorsun bu renkli yapmacık dünyada işe yaramaz herif. Kalk ve git işte sadece yürü ama bu aptallıklara karışma, işini yap” diyordum kendime. Dinlemiyordum kendimi… Ben bile dinlemezken kendimi kim dinlerdi ki? Evet, söyleyin kim dinlerdi?



Bir nefes aldım hayattan şimdi.
Nüfuz etti ta en derinlere,
Uyuyamadım bu yalancı dünyada.
Bir günde ölmeyeyim dedim kendime,
Biraz daha nefes aldığımı hissedeyim,
Hissedeyim ki alamadıklarımın pişmanlığını yaşamayayım…

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Büyümek

   

     Hepimiz doğuyor, büyüyor ve ölüyoruz. Ömrümüz bu üç evre etrafında değişmesine karşın en anlaşılmaz olanıdır büyümek. Her gün tanıdıklarımızın hayatında gözlerini açan küçük eller bulunmakta ve tabii kaybettiğimiz o kırışık gülüşler... Her geçen gün doğum ve ölümle yüzleşiyoruz değişik şekillerde. An geliyor televizyonda karşımıza çıkıyor an geliyor arkadaşlarımızdan duyuyoruz kayıpları. Bir bebeği severek hayat verme isteğimiz kabarıyor, ölümlerle ise hislerimizi dizginliyoruz. Peki ya büyümek? Kimse sorgulamıyor büyümenin ne olduğunu. Kimse içsel dünyasını dinlemiyor. Büyümeyi yaşa, boya ve kiloya indirgeyerek geçiştiriyoruz. Ama asıl büyümek, büyüdüğümüzün farkına vararak içimizdeki Kaf Dağını keşfetmek aslında. Şöyle ki günler, aylar hatta yıllar geçmesine karşın bir şeylerin farkına varamıyoruz. Hayatın sıradan temposuna uyum sağlayıp yaşam denilen maratonda koşuşturuyoruz öylece. Birçoğumuzun hislerini dinlemeye dahi zamanı yok. Ama insan içindekilerle büyümedikçe büyümenin ne olduğunu bilemeyecek.
     İnsan öncelikle düşünmeyi öğrenmeli. Yaşamın nedenini ve yaşamın kendisini düşünmeli. Geçmişi ve geleceği düşünmeli. Ama öncelikle düşünmeyi öğrenmeli ve düşündükleriyle büyümeli. İnsan okuduğu kitaplarla doyurmalı ruhunu. Küçük Prenslerle, Maria’larla yaşamı ve yaşamayı anlatan o müstesna kitaplarla büyümeli. İnsan yaşamalı yaşamı. Koşmalı özgürlük denen yolda alabildiğine. Yolda karşısına çıkan her bir tecrübeyle büyümeli. İnsan sevmeli bir güzeli ve onunla büyümeli. Oysa biz… Biz birer karıncadan farksız yaşıyoruz. Düşünmeyi unutuyoruz. Kolaya kaçıp büyüklüğü rakamlarla açıklıyoruz. Sevgiyi fazlalık görüyoruz. Erdemli değiliz, çabalamıyoruz. Sabır ise çağımızın unutulan gereksinimi…
     Büyümenin anlamını kavrayamadığımız bir çağda yaşıyoruz. Ruhsal merakı körelten bir çağ… Fakat yapabileceğimiz şey zor değil. Somut dünyadan bir an olsun kopup soyut bir içsel dünyaya zaman ayırmalıyız. Benliğimizdeki birtakım değişimlerin farkına varmalıyız. Büyümek güzel fakat büyüdüğümüzü bilerek büyümek daha güzel…

1 Temmuz 2014 Salı

Bir perspektif olarak: İnsan

                Bu haftaki yazımda insan kavramından yola çıkacağım. İnsanı tanımlamak gerekirse ve bunu insanı bir sürecin ürünü olarak ele aldığımızda; gelişme potansiyeli olan, nerede/ne zaman/ne yapacağı belli olmayan, anti-stabil bir varlık diyebiliriz.
Jean Paul Sartre ise insanı “durum”dan ibaret olduğunu söyleyip, bir işçi, bir burjuva gibi düşünmekte ve hissetmekte özgür değildir; ama onun gerçek ve bütün bir insan olabilmesi için bu durumun yaşanması ve belli bir amaca doğru aşılmasının gerekli olduğunu belirtmiştir.
                Tanımlardan yola çıkacak olursak insan bir nevî etki-tepki mekanizmasıdır ve genel anlamda durumlar içeren bir sürecin parçasıdır diye düşünmek elbette zor olmayacaktır. İnsan ilk önce kendi doğasından başlayacaktır yaşamaya, kendini tanıyacak, kendinde olanı karşısındakiyle mukayese edecek ve bunun sonucunda bizim anlattığımız durumlar silsilesi başlayacaktır. Bunların aşılması olayı ise ham meyveyi olgunlaştıran bir süreç olacaktır.
                Kendini eleştirme safhası bizim için adeta ışık derecesinde bir yanılsamadır ki bu bizim hayatımızda en çok merak ettiğimiz duyguların büyük bir karinesidir. İnsanın davranışsal boyutlarına hayretle bizi düşündüren yine insanın kendi içinde biten bir durumdur. İnsan kendisini nasıl düşündüyse ve düşünüyorsa; ilişkilerinde karşıdaki insanı da o melekeyle düşünecek ve kararlarında, hareketlerinde büyük bir etkisellik ortaya çıkacaktır.
                Meleke kavramı burada bize çok şey anlatmalıdır. Meleke kavramını daha ayrı bir boyutta ele alırsak, insanın iç dünyasına girmiş bulunacağız. Meleke aslında insanın cemaziyel evvelinde ne kadar iç dünyasıyla vakit geçirdiğinin göstergesidir. Bu durumdan şu sonucu çıkartmalıyız ki o da insani melekeler bizim hayatımızın pusulularıdır meselesidir.
                Bizim pusulamız kendi iç melekelerimizdir.

                

29 Haziran 2014 Pazar

Ben sadece bir insanım

   Elimdeki fotoğraf makinesiyle gördüğüm doğanın güzellikleri zırvasını ölümsüzleştiriyordum. Bu işin ne kadar monoton ve sıkıcı olduğunun farkındaydım. Bu saçmalıkları zaten herkes yapıyordu. Farklı bir şey yapmak istiyordum. Gözüm sahildeki banklara oturmuş kumral saçlı bir kadına takıldı. Kadının ağlamaklı suratında bir hüzün vardı. Bu kadar güzel olan bir şeyi kim üzer anlamıyordum. Bu üzme hakkını kim kendinde görmüş olabilirdi?

   Kadının fotoğrafını çekmek istiyordum. Bunu izinsiz ve gizlice yapabilecek olmama rağmen yanına gidip izin alarak yapacaktım. Belki bu üzgün haliyle beni başından kovacak ve kendisini rahat bırakmamı söyleyecekti. Belki de herkesin içinde bağırarak beni rencide edecekti. Ama ya bunların hiçbiri olmazsa ya o aslında benim hayatıma girip güzelleştirecek kişi ise. Denemeden bilemezdim bunu. Bu aslında benim özgüvenim açısından da iyi olurdu. Kendi içimde yaptığım devrimlerden biri sayardım bunu. Yavaş ve korkar adımlarla kadının yanına oturdum. Hiçbir kelime etmesine izin vermeden konuşmaya başladım. “Merhaba, ben buralardan geçiyordum ve sizi gördüm. Lütfen beni yanlış anlamayın ben sadece size dürüst olmak istiyorum. Ama yanlış anlaşılmaktan gerçekten çok korkuyorum. Belki de beni şuan umursamıyorsunuz bile. Ama ben gerçekten şunu demek istiyorum. Lütfen yanlış anlamayın ama gerçekten çok güzelsiniz. Şu anda yüz ifadenizden olacakları tahmin etmeye çalışıyorum. Üzgünsünüz, belki de o kadar derdiniz arasından gelip sizi rahatsız etmem büyük bir ukalalık sayılabilir. Ama ben sadece bir insanım sizde bir insansınız. Ve ben söylemek istediklerimi söylemek istiyorum. İçimde tutmak istemiyorum. Belki bu çok yanlış bir şey belki de çok büyük bir istek ama ben sadece bir insanım ve güzel olduğunuz için bunu söylemek istiyorum samimi bir şekilde. Hatta çok sade…

   Bir insan olduğum için güzelliklere bakmak hoşuma gidiyor. Bu belki çok küstahça sayılabilir sizin için ama zaten ben dört dörtlük biri olamam ki. Çünkü ben sadece bir insanım. Size dürüst olmak istiyorum en başta söylediğim gibi. Ben küstah, ukala, adi birinin tekiyim. Belki başka kötü özelliklerimde vardır ama ben bunların hepsini bilemem öyle değil mi? Hatta size bu soruyu sormam büyük bencillik. İnsan sizin karşınızda ne yapacağını şaşırıyor. Yanınıza gelip gelmeme konusunda biraz tereddütte kaldım ve korktum beni kovup rencide etmenizden… Ama şimdi ne kadar haksız bir ahmak olduğumu anlıyorum sizin sakin halinizden. Belki aşağılık bir herif bile olabilirim. Özgüvenim için iyi olacağını kendi içimde devrim yapacağım zırvalıklarını düşündüm buraya gelmeden. Düşündüm ama keşke düşünmeseydim. Bu güzelliği kendi pis amellerimle kirletmeseydim keşke. Güzel günlerin umudunu mahvettiğimi düşünüyorum. İsterseniz hemen gidebilirim buradan. Ağzınızdan çıkacak tek kelimeyi bekliyorum. Bekliyorum ve aslında bir yandan da korkuyorum. Nasıl bir cesaretle buraya yanınıza geldim, bilmiyorum. Tek kelimenizle defolup gidebilirim. Lütfen bir şey söyleyin. Hayır mı? Kalmalı mıyım? Yoksa biz birbirimizde kendimizi mi bulacaktık? Nereden bilebiliriz ki bunu… Denemeden bilemeyiz. Ben sadece bir insanım ve buraya güzel olduğunuzu söylemek için geldim. Güzel,  güzelse bunu söylemenin bir ayıbı olur muydu hiç? Neden olsun ki? Ve şuan fotoğrafınızı çekmek istiyorum. Beni lütfen yanlış anlamayın. Ben sadece bu güzelliği sevebilecek bir değerde görmüyorum kendimi. Ama hiç değilse bu güzelliğin fotoğrafını çekip hayatın yaşanılır bir yer olabileceği umuduyla yaşamak istiyorum her fotoğrafınıza bakışımda. Ne kadarda bencil bir insanım böyle. Siz bu kadar üzgünken ben kendim için bir şeyler istiyorum. Lütfen anlatın sizi üzen nedir böyle. Yoksa sizi daha mı kötü yaptım? İsterseniz hemen gidebilirim. Hayır mı? Özür dilerim ama ben sadece bir insanım. Dört dörtlük biri olamam hata yaparım. Size karşı hata yapmamak için şuan burada ölmeyi bile isteyebilirim. Tekrar özür dilerim ama ben sadece bir insanım fotoğrafınızı çekebilir miyim?”

   Kadından onay almıştım ama demin söylediklerime inanamayan ben çok heyecanlıydım. Belki kadının yanına gidip bu sözleri söylemek gerçekten kolaydı ama önümdeki kadının fotoğrafını çekmek beni gerçekten zorluyordu. Yanlış bir şey yapmaktan korkuyordum. Bu güzelliği kötü fotoğraflamaktan korkuyordum. Keşke bu işte bir anlığına başarılı olsam ve bu kadına karşı mahcup olmasam ama onu bekletemezdim artık bir an önce yapmalıydım bunu.

   Deklanşöre basmıştım titrek ellerimle. Aslında o kadarda korkacak bir şey yokmuş, fotoğraf güzelliğine güzellik katmıştı. Ama ben onun doğal halini seviyordum. Anlayamadığım tek şey kadın hala yanımda oturuyor ve demin söylediklerimden yüzünde hiçbir şaşkınlık okunmuyordu. Bu durumu biraz garipsedim. Ağzını açıp bir kelime dahi etmemişti. Ah ahmak ben! O da insandı. Belki de söylediklerimin hiçbir önemi yoktu onun için. Bunun için ona kızamam. Hatta teşekkür bile edebilirim beni dinlediği için. Evet! Teşekkür etmeliydim. Ve bunu yaptım.

   Teşekkür edip tam kalkıyordum ki kadının elimden tutması ile tüylerim diken diken olmuştu. Sanki bir anda terlemiştim. Rüzgâr terlemiş suratıma çarpıp soğutuyordu. Bayılacak gibi hissettim bir an. Göğsümde bir yanma ve sonrasında soğukluk içimi rahatlatmıştı biraz. Kadın ayağa kalkmıştı. İkimiz de ayakta karşılıklı durmuş birbirimize bakıyorduk. Ve kadın “Size sarılabilir miyim?” dedi. Bu kadına sarılmayı hak ediyor muydum gerçekten? Ya yanlış sarılır canını acıtırsam. Gerçekten korkuyordum. Kadın bir cevap bekliyordu benden. Artık saçma sapan zırvalayamazdım. Başımla onayladım onu.

   Vücutlarımız birbirimiz için yaratılmıştı sanki. Bir kadının yumuşaklığını, kırılganlığını hissettim vücudumda. Keşke şuan zaman dursa dedim. Hatta şuan da zaman bile umurumda değildi. Şuan hayat bile umurumda değildi. Hiçbir şey umurumda değildi. Tek umurumda olan sarıldığım kadındı. Artık tek olmuştuk onunla. İnsanların saçma ve bazılarının kınayıcı bakışları altındaydık. Ama umurumda değildi işte. Şuan ölsem bile çok koymazdı bana. Bu kadına gerçekten teşekkür ediyorum. Yaşamımdan bugüne, binlerce saniye arasından bir kısmına bana bu anıyı bıraktığı için ona gerçekten teşekkür ediyorum. Dediğim gibi ben sadece bir insanım. Ve önemsiz hayatımın bu kadınla geçen önemli anını asla unutmayacaktım.

Erdem Hasan Demirci

28.06.2014

28 Haziran 2014 Cumartesi

Deniz Feneri

Umutla açılan yeni bir sayfa gibi
Yıllarca belirdi deniz feneri.
Ve düşünmedi kimse, kimsesizliğini.
Bir hayali vardı belki,
Dalgaların içinde gizli.
Ya da bir sevdiği,
Daha önce görmediği.
Düşünmedik onun gibi.
Beklemedik onun gibi.
Anlamadık onun gibi.
O ise anladı hayatın düzenini.
Bir sebebi olmalıydı yaşamın,
Onu da bekledi.
Yıllarca bekledi ve
Karanlıkta belirdi deniz feneri.

24 Haziran 2014 Salı

Hayalperest

Yine bu şehirde açtım gözlerimi sabaha
‘Sen çok değiştin’ diyordu resmin
Belki de tek sahip olduğum şeydi sana ait
Biliyor musun ne çok ağlamıştık onunla bana
Yetmiyor yetmiyordu gözyaşlarım seni anlatmaya
Hemen evden atıyordum kendimi dışarıya
Senden değil kendimden kaçıyordum aslında
Ama nafile kime baksam sen,
İsmim dudaklarının arasında yücelirdi
Ve ben o an taşıyamazdım işte
Layık olamazdım ona
Benim için söylediğin her şey ağır gelirdi bana
Hatta seni sevmek bile..
Abarttığımı düşünüyorlardı
Seni abarttığımı düşünüyorlardı
Az bile diyordum onlara az bile
Hiçbir kelime seni anlatmaya yeterli olamazdı
Bakamazdı hiçbir göz sana
Dokunamazdı tenine hiçbir ten
Ve ben sanki savaştan çıkmışçasına yorgundum seni severken,
Şikayet etmiyordum halimden,
İşte yine hayalperestim,
Senli hayaller kuruyorum,
İşte yine bu şehirde kapanıyor gözlerim…




22 Haziran 2014 Pazar

Fotoğraf Karesi

   Anlamsızlığın vücuduma nüfuz ettiği bir zamanın içindeydim. Ağızımda kendinden habersiz olan sigara umursamazca tükeniyordu. Elimdeki fotoğraf karesinde bir yaşanmışlık arıyordum. Bu fotoğraf asla cansız olamazdı. Belirsiz bir zamanda çekilmiş hayattan bir kesitti, bir andı... Zaman durmuyordu, bu da o yüzden çektiğim fotoğraflardan birisiydi. Zaman durmuyordu, ben çok yorulmuştum…

   Her insan için belirlenmiş bir zaman aralığı vardı. Zamanımız, doğduğumuz andan beridir azalmaya devam ediyordu. Düşünsenize! Bir ip var ve bu ipin ucunu yakmışlar. İpin sonsuza kadar yanacak hali yoktu. Elbet bir gün ipten geriye kalan sadece küller olacaktı. Bu zaman aralığına sıkıştırdığımız her şey bir anda kül olacaktı. Var olan bir anda hiçliğe ulaşacaktı. Arkada bıraktıklarımızın bizim için bir anlamı olacak mıydı? Bilmiyordum, ama arkada kalanlara bir anlam ifade etmesini umuyordum.

   Ağzıma gelen acı bir tatla sigaranın tükendiğini fark ettim. Tükenmiş sigarayı yere atıp, elimde ki makineyle etrafı ölümsüzleştirmeye başlamıştım.  Çektiğim fotoğraflarda çıkan ve çekildiğinden haberi olmayan insanlara takıldı gözüm. Acaba hangi fotoğraf karesinde habersizce yer almıştım? Hangi fotoğrafa girmişimdir izin almadan. Ben oradaydım ama insanlar beni görmüyordu, beni umursamıyorlardı. Önemsiz bir ayrıntıydım büyük ihtimal. İnsan bilmediğini göremez. Hatta bazen en yakınıyla bile çekildiği fotoğrafta sadece kendisini görür. Fotoğrafa güzelliği katan kendisidir onun için. Diğerleri ise sadece ayrıntıydı. Ama asıl güzelliğin ayrıntılarda olduğu bir gerçekti. Bir fotoğrafın önemsiz kısımlarından oluşturulan ayrıntılar habersiz bir sürprizdi.

   Gittiğim her yerde ben ve ayrıntılar vardı. Her salise bir fotoğraftı. Ama bu fotoğraflar zamanla yanıyordu. Fotoğraf filmleri yanıyordu. Geçmişte, bir zaman da ben vardım ama yok olmuştum. Çünkü zaman geçmişti. Geçen her saniyede ölüyorduk ama haberimiz yoktu. Öyle kuvvetli bir ateşti ki bu, bir türlü sönmüyordu. Zaman su gibi akıp geçmiyordu. Zaman, umursamazca tükeniyor kızgın bir ateşte yanıyordu. Aklımızda kalan hatıralar sadece kül oluyordu. Geriye dönüp hayıflanmaktan başka ne işe yarardı ki bunlar. Geçmişte kalan aralığa yerleştiremediklerimizin pişmanlığından başka ne yaşatabilirdi ki bize? Ama insanoğlunu bilirim az çok kendimden. Doyumsuzuz biz. Şimdiki aklımızın geçmişte olmasını isteriz. Ama bilmeyizki geçmiş olmasa şimdiki aklımız olmaz. Her saniye yanan zamanımızın bize verdiği acılardan edindiğimiz tecrübelerle vardı, “şimdiki aklımız” dediğimiz şey… O yüzden hiçbir zaman istemeyelim ilerideki aklın şimdi olmasını. Ona ulaşmak için yanması gereken zamanlar vardı.

   Kafamda bu düşüncelerle birçok fotoğraf çekmiştim. Büyük ihtimal çoğunu yakacaktım acımasızca yangını körüklemek için. Beğendiklerimden bir kaçı kalacaktı sadece güzel hatıralardan… Çekmem gereken daha kaç fotoğraf vardı? Bilmiyordum. Ama dediğim gibi zaman durmuyordu. Bu yüzden kül olana kadar fotoğrafçılık yapmaya devam edecektim.

Erdem Hasan Demirci

21 Haziran 2014 Cumartesi

Şikayet

İstanbul…
Telaşlı insanların ve meraklı martıların başkenti.
Bir kasım gecesi bile insanlar aceleci.
Sanki herkesin bir derdi var gibi…
Kimisi teriyle aldığı ekmeği götürmekte evine,
Kimisi bekletmekte bir güzeli Ortaköy sahilinde.
Kimisiyse,
Yürüyor sebepsizce.
Yürüyor ve düşünüyor hayatı.
İnsanların hallerini düşünüyor,
Kasım ayında yaşadığı yalnızlığı...
Güzel bir kız görüp düşünüyor yaratılışını.
Bir şeylerden şikayetçi.
Fakirlikten, çirkinliğinden bilhassa adaletten....
Yürüyor öylece, yürüyor ve düşünüyor hayatı.

17 Haziran 2014 Salı

Merak aslında nedir?

Kutuplarda yaşıyoruz. İyi ya da kötü, acı ya da haz, hüzün ya da mutluluk… Tercih her zaman bizim. Kısacası köşe kapmaca oynuyoruz. Köşelerimiz ise her zaman bizi bekliyor. Peki oyunu zorlaştıran ne olmalı?
Bence merak. Köşeler arasındaki mesafeyi daha da açan bir merak. İyi yada kötünün, acı ya da hazzın ya da adı her neyse. Her zaman sınırları zorlamayı seviyoruz. Bir şey ne kadar iyi veya ne kadar kötü mesela bunun sınırlarını zorluyoruz. Spektrumun bir ucundan diğer ucuna… Merak iyi bir şey dostlarım. Merak hayallerimize doğru attığımız en sağlam adımımız. Merak edebiliyorsak ve her adım attığımızda hâlâ merak edebiliyorsak hayallerin gerçeğe dayanma noktası biraz daha inandırıcı gelecektir. Hayallerin sadece muhayyel olduğunu düşünenler ise merak duygularını kaybetmişlerdir. Onlar için hayaller ütopyadan başka bir olmayacaktır.
Merak yetisinin ne kadar önemli olduğunu biraz daha tasvir etmeye çalışacağım. Bunun için hayal noktasından yola çıkmaya devam edeceğim. Hayal illaki on adım, on ay, on yıl uzağa olan bir durum değildir. Elimizi su bardağına götürmek bile bir hayalin sonucudur. İlk önce su bardağına ulaşmak için elimizi kaldırmak hayal edilir zihnimizde ardından aynı hayallerimize uygun bir şekilde uzanırız bardağa. Ama bu hayalin ardında su bardağına olan merakımız vardır aslında. Merak kavramını bilinmeyen sonuçlar üzerinde yoğunlaştırmak bizi başta bahsettiğim ütopya kavramı üzerinde bulundurur ki bu da merakın daha soyut bir mesele haline gelmesine neden olur. Merak, hem hayatın her saniyesine kurduğumuz hayalleri harekete geçirmek için yaptığımız doğru hamlelerin bütünüdür hem  de ham maddesidir. Eğer gerçekten merakımız varsa ve bunu her yaptığımız hamle de yitirmiyorsak hayaller gerçeğe yaklaşır, beyaz sayfaya çizdiğimiz o resim gerçek olur. O zaman diyebiliriz ki hayaller merakın gücü kadar gerçektir.
Hayaller gerçekleşmek ister.


15 Haziran 2014 Pazar

Sessiz Haykırış

   Sonsuz bir yarışın içinde olan insanların birbirlerinin ayaklarını kaydırışını izliyorum yine bugün. Ne yalan söyleyeyim bazen bu yarışta bende yerimi alıyorum. Alıyorum almasına ama benim yarışım insanlarla değil ki benim yarışım kendimle. İşin komik tarafı her durumda kazanan ben oluyorum.

   Bu düşüncelerle kalabalığın ortasın da bulmuştum kendimi… Bu insanlar için gerçekten bir şeyler yapmam lazımdı. Onlara anlatmam gerekenler vardı. Onları tanımam gerekliydi. İnsanı tanımak için ilk önce kendimi tanımaya çalışıyordum. İnsan gelişen ve geliştiren bir canlıydı. Bu yüzdendir ki birbirinize karşı olan yarışı durdurun. Kendiniz ile yarışmaya başlayın. İnanın böylesi daha tatmin edici. Kendi üstünüze kattığınız her yenilik sizi kendi içinizde yükseltecektir. Bırakın bunu anlamayanlar sizi geçsinler. Hatta sizi o kadar çok geçsinler ki siz onları görmeyin. Belki hırslarının içinde hapsolmuş insanlar gerçekten güzel yerlere gelecekti. Ama sonsuz arzu ve isteklerinden örülmüş duvarlarında sınırlı bir hayat yaşayacaklar. Ve bizim için söylüyorum, hapislerinden kurtulmuş özgür beyinli insanlar! Bizden hiçbir halt olmayacak. Neden bizden hiçbir halt olmayacak biliyor musunuz? Çünkü sistemin dayattığı unvanlardan hiçbirini alamayacağız. Ne acı! Ama üzülmeyin kendi içimizde olan yarış sayesinde genişlemiş dünyamızda, bir halt olmuş insanların hapsine yer olmayacak. Hem zaten kim bir halt olmak ister ki? Bu soruyu da arada sırada kendinize sorun… Ama sorun şu ki insanlar gerçekten anlamıyor.  Neden birbirimizden bu kadar uzağız ki? Ben şuan burada ne yapıyorum. Hey! Siz orada ne yapıyorsunuz. Neden yemyeşil bir çimenin üzerine oturup doğanın güzelliklerini seyrederken barış içinde birbirimizi sevmiyoruz. Çok denedim ama zaman durmuyor. Gerçekten durmuyor. Çünkü bizde durmuyoruz. Bir nefes almıyoruz hayattan. Hayata “Bir müsaade et nefes alalım.” diyemiyoruz. Kısıtlı bir zaman içerisinde sonsuz isteklerimizin peşinde koşmaktan birbirimizi unutuyoruz. Her şeyi görüyoruz ama kör taklidi yapıyoruz. Aptal isteklerimizi her tatmin edişimizde ruhumuzu tüketiyoruz. Oyalanmak ve uyutulmak için her birimiz sevdiğimiz insanlardan uzakta saçma sapan işlerle uğraşıyoruz. Bize dayatılan sorumluluklardan birbirimizi sevmeyi unutuyoruz. Bu sırada gözüm dağın tepesine kaymıştı.

   Sen o koca dağı insanların üzerine basarak çıkan insan. Evet, bakma öyle sen! Arkanda birçok insan bıraktın ve kimsenin yapamadığını yaptın. Seni kutluyorum ama sana bir sorum olacak. Orada yalnız başına ne halt etmeyi planlıyorsun? İnsanlarla olabilecek güzel günlerin umudunu mahvettin. Üzerine basarak düşürdüğün insanlar arasından bunları yapmasaydın seni gerçekten seven birileri olabilirdi. Ama merak etme orada uzun süre yalnız kalmayacaksın. Oyunu senin gibi oynayanlar yanına geliyor. Küçük dünyanızda kalın ve bizi rahat bırakın. Biz özgür beyinli insanlar olarak azınlık bir toplumuz. Ve sizden bir ricamız var. Bizi o kadar çok geçinki sizi görmeyelim!

Erdem Hasan Demirci


11.06.2014

14 Haziran 2014 Cumartesi

Tutsaklık

  Fark ettim ki hayatlarımız klişeleşmiş. Düşünmüyoruz sadece yaşıyoruz, sorgulamaktan korkuyoruz en ufak bir şeyi. Farklı yerlerde yaşıyoruz, farklı kokuyoruz, nefes alış verişlerimiz farklı, sevgilerimiz farklı. Peki ya hayatlarımız ? Durun ben söyleyeyim, tamamıyle sıradan. Geçirdiğimiz yıllar birbirinin aynısı. Çalışıyoruz, okula gidiyoruz, hafta sonları deseniz birbirini tekrar eden biçimde geçiyor ve tatili bekliyoruz. Bir düzenin içinde doğup bir düzenin içinde ölüyoruz. En kötüsü de bu düzeni sorgulamayışımız. Bir tatilde memlekete gitmeyelim arkadaşlar ya da memlekete gitmek için tatili beklemeyelim. Denize yazın değil kışın girelim, hasta olalım kıvranalım. Sıradanlıkları bozalım.
  Herkes hayal kuruyor ama gerçekleştirenlerimiz pek az. O görmeyi çok istediğimiz şehirden  vazgeçiyoruz en ufak bir engelde, pes ediyoruz. Korkuyoruz ‘ya yapamazsam’ düşüncesiyle. Bilmiyoruz, hiçbir zaman duyamıyoruz okyanus dalgasının sesini, görmüyoruz Everest’in tepesinden dünyayı, yazmıyoruz her gece hayaliyle yattığımız meleği. Düşlerde seviyoruz insanları, yaklaşmıyoruz. Şu çekingenliğimizi, korkularımızı bir kenara bıraksak her şey düzelecek, yapmıyoruz. Hayatın bizi tuttuğunu söylüyoruz ama iki adım atmaya çabalamıyoruz. Sorunun ne olduğunu dahi düşünmüyoruz, öylece kestirip atıyoruz. Sorun çekingenlik arkadaşlar, sorun kültür, sorun alışkanlık. İnsanların diyecekleri sözlerden çekiniyoruz, kültürde yok anneye babaya karşı gelmek diyoruz yapamıyoruz, düzene alışıp kölesi oluyoruz kopamıyoruz. Sonra da çıkıp kendimize ‘mutsuz’ diyoruz ücra köşelerde. Mutsuzluğumuz tutsaklığımızdan, anlamıyoruz.

  Çevremizde böyle yaşayan örnekler pek az biliyorum. Ama demek istediğim şu ki neden örnek olmayalım ? Neden yaşamayalım delicesine sevdiklerimizle ? Neden Asya’ya gitmeyelim merakımızla ? Tek yaptığımız bahaneler uydurmak. Yaşamak parayla değil dostlarım, yaşamak mutlulukla. Sıradan hayatları mutluluğa çeviren örneğe ihtiyacımız var. Örnek olalım özgürlüğe! 

10 Haziran 2014 Salı

Hangi dünyaların insanlarıyız?

Hangi dünyaların insanlarıyız? Galiba en çok merak ettiğim soru bu. Mutluluklar neden paylaşıldıkça çoğalmıyor ya da mutsuzluklar nasıl bu kadar da hayatımızın tek sorunu? Bir fincan kahvenin kırk yıl değil bir gün hatırı kalmamış oysa ki. Bu kadar umarsız yapan nedir bizi? Bu yazımın en çok su götüren yanı sorular olduğunun farkındayım. Biraz mevzulara uzak kalıp geniş baksak göreceğiz. Biz nasıl biz olmaktan çıktık; bunun farkında olacağımıza eminim.
Nihayetinde hamurumuz aynıysa bizi farklılaştıran nedir? Dış görünüşlerimiz mi, bizi farklı kılan aboneliklerimiz mi, bilgilerimiz mi? Zoru başaran bir yapımız olduğunu söyleyebilirim dostlarım. Üstelik en ince ayrıntısına kadar zoru başarabiliyoruz. Kolay olanları hayatımız boyunca yapamamak ne kötü. Küllerimizden doğmak hâlâ çok mümkün. Bunun için düşünülmüş ve yazılmış olanları bir kenara bırakıp, uzun uzadıya bir gezintiye çıkalım ve yalnız. Düşünelim, hatayı hep kendimizde bulalım, kibirlerimizi attığımız her adımda ayaklarımızın altına alalım. Kibir yükümüzü yollara attıktan sonra bakalım ne değişti, ne değişecek?
Unutmayalım, çatışmak zor, uzlaşmak kolay olanıdır. Biz zorları başarmaya çalıştık biraz da kolay olanları başararak bir dünya inşa edelim.


7 Haziran 2014 Cumartesi

Hayat Kırıklığı

Ben yağmurlu günlerde bir başka sevdim,
Gözleri mehtaba bakan yâri.
Mehtaba bakardı bakmasına ama
Bana bakmadı.
Bundandır umut kırıklıklarım.

Bir gece sevseydi beni,
Güneşi doğururdum karanlığa.
Bir sevda olsaydı,
Mecnun olurdum belki.
Olmadı.
Bundandır hayal kırıklıklarım.

Bir çiçeğin kozasından çıkması gibi
Hayatımdan çıktı ansızın.
Uzak bir eylül ikindisi,
Yeşerdi ve gitti.
Geride buruk bir ben kaldım.
Ondandır sonsuz yalnızlığım.

Yılmadı atıyor hala kalbim
Ama atması kalbin,
Yaşamak değil ki.
Ondandır kalp kırıklıklarım.

Şiir oldu yollar,
Harf harf yürüdüm mısralarında.
Bazense ayrılık oldu,
Dar ve mağrur bir sokakta.
Yazamadım.
Ondandır kalem kırmalarım.

Hayatım zor ve meşakkatli.
Günler kedi gibi kovalıyor dertleri.
Belki bir yakamoz vakti döner geri.
Bu kaçıncı yakamoz a dostlar?
Dönmedi.
Bundan mıdır benim hayat kırıklıklarım?

3 Haziran 2014 Salı

Düş'erimiz

                Her zaman kurduğumuz hayallerimiz vardır, büyük hayallerimiz, hiçbir zaman kurmaktan vazgeçmediğimiz hayaller… Bir düş dünyasının içine hapsetmişizdir kendimizi. Ve o düşündüğümüz dünya yaşadığımız dünyadan daha cazip, daha yaşanılası gelir çoğu zaman. Bizi üzdüğünü sanırız onca kurduğumuz hayallerin, sonra da bizi yorduğunu, git gide daha da çekilmez bir hâl alırlar çoğu zaman ama yine de vazgeçemeyiz bir türlü.
                Adım atabiliyoruz oysaki. Kekeleyerek de olsa ifade edebiliyoruz belki de onları. Durmadan yazıyor, durmadan düşlüyoruz. Gittikçe sonsuza gittiğini düşündüğümüz hayallerimizin bile bir sonu geliyor. Severek okuduğumuz kitabın bitmemesini istiyormuş gibi ürkekçe kurmaya başlıyoruz hayallerimizi, kotamızı doldurmamak için belki ayda bir, yılda bir, belki de hep erteliyoruz. Ulaşılmaz sandığımız, düşlemekten bile korktuğumuz şeyler var. Anlatıyoruz bazen onları, anlatamasak da en azından deniyoruz. Kimi zaman gözlerimiz boşluğa dalıyor, yüzümüze bir tebessüm kondurarak başlıyoruz anlatmaya; kimi zaman ise gözlerimiz boşluk arıyor, bulamıyor, annesinin elini kaybetmiş çocuk masumluğuyla ya da en sesli gök gürültülerinin ardından yağan yağmur gibi boşalıyor gözümüzden yaşlar.
                Hayallerimiz, noktasını bile koymaya üşendiğimiz hayallerimiz, toz bile kondurmayalım onlara. Bırakalım yaşasınlar serbestçe, hiçbir zaman pes etmeyelim, unutmayalım, sonu gelene kadar, harflerin, kelimelerin, cümlelerin tek tek önemini düşünerek kuralım onları, en sağlam temellerimizi onlar üstüne inşa edelim. Pişman olsak da olmasak da yaşamadım ama hayal ettim diyebilelim. Ne onlar bize teslim olsun ne de biz onlara. Hayalleri olanlara ve bundan asla utanmayanlara…


31 Mayıs 2014 Cumartesi

Gerzekliğimiz

Sevilesi bir yanım olsa,
Onun sevmesini isterdim.
Kahveyeşil gözleriyle bakmasını güneşin doğuşunda
Ve sevmesini zamanın durduğu bir anda.

Ah o bakışlar…
Değer miydi dünya malına bilinmez, bakmadı.
Bakınca da görmedi zaten.
Hayatta böyle değil midir ?
Yanımızdan gelecek akar gider, farkına bile varmayız.
Vardığımızda başlar keşkeler.
Ondandır mutsuz insanın keşkelerinde ki halsiz hüzün.

Geçmiş ve gelecek iç içe yaşıyoruz.
Anılara keder kaldırıp,
İçiyoruz geçmişimizi.
Ama yine de hatıralar süslüyor gelecek hayallerimizi.
Ondandır karmaşık bir hal alması işlerin.
Hayallerimizdeki o nazlı mavi karmaşıklaştırıyor hisleri.
Her renge biraz onu katıyoruz, tuvale dokunan resim gibi.
Beceremiyoruz…
Hayatın tonunu bulamıyoruz belli.
Ama insan pes eder mi?
Arıyor onu 5 yıl belki de elli,
Ve değişiyoruz diğer her şey gibi.

Fark etmeyi bilsek işte bu yönde değişsek,
Nice ömürler göreceğiz ömrümüzde.
Sevebiliriz insanları geçmişleriyle,
Belki bağlanırız onlara delirmişçesine
Ama yapmıyoruz nedense, 
Bütün insani gerzekliğimizle.

27 Mayıs 2014 Salı

Bir de Bunu Deneyelim

           
En çok da beraberliğimizi feda ediyoruz dogma kalıplarımıza. Mutlu yaşamak, güler yüz, heyecan ve umutlar çok geliyor bize. Galiba hayatı yanlış anlamak ve yanlış anlaşılmak için yaşıyoruz, neticesi ne olursa olsun hep bildiğimizi okuyoruz, bir biliyoruz ama bin bilirmiş gibi konuşuyor ve hiç bilmeden yaşıyoruz.
                Kaygılar hep öz kardeşimiz, bizim hiç tartışmayı göze alamadığımız ideolojilerimiz var çünkü. Kaybetmek, kazanmaktan daha güvenilir geliyor. İnsanların yüzüne bakamamak bizi saygıdeğer bir insan yapıyor. Sanırım hayatı tersten yaşıyoruz dostlarım. Kaçacaklarımıza koşuyor, koşacaklarımıza kaçıyoruz. Hep böyle yapıyoruz hiç merakla bakmayalım etrafımıza. Kimimiz fırsatları teperek bunu gerçekleştiriyor, kimimiz düşmanlıklar ediniyor, kimimiz hiçbir şey yapmamayı, anını dolu dolu geçirmeye yeğliyor. Nedir bizi böyle doygunluğa ulaştıran? Amaçlar mı çok, yoksa amaçlara ulaşmak mı çok kolay?
                Bir selamdan ötede artık kimlik sorma, o bendense ben ondanım görüşü hakim artık. Kalın çizgiler çekivermişiz dostluk meselesine. Yeniden düzenlemek lazım birliktelik içeren kelimelere. Geniş açıdan bakılırsa toplumu ele almalıyız. İnsanlar ve gruplar toplumun özeti olmalılar. Bir gruba veya bir insana baktığımız zaman işte şu toplumun özellikleri bu denilebilmeli. Biz hep tek insan, tek amaca yönelik grup olacağız. Sonra diyeceğiz bölünmek kötü. Bölünmeği biz yaptık dostlarım, sokağa aynalarımızla çıkmayı başardık, ne biz inandık büyüdüğümüze ne de ayna inandı gerçeğe.
                Nihayetinde ulaştığımız nokta ne hayata başladığımız nokta ne vardığımız nokta ne de vardığımızı sandığımız nokta olacaktır. Gelecekten haber vermiyorum, böyle bir şey hem haddime hem de kimliğime düşmez. Biz insanız dostlarım, katıksız, ayrılıksız, farksız bir insan. İnsan toplumun aynası ise öyle olmaya devam etmeli. İnsan hem tek hem çok varlıktır. Birlerimizle ve çoklarımızla var olmaya çalışalım. En azından bir de bunu deneyelim, eminim mutsuz olmayız.

                

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Yüz Kırk

Yüz kırk karaktere sığdı artık hayatlarımız. Düşünmelerimiz yüz kırk, yazılarımız yüz kırk, geçmiş ve gelecek yüz kırk karakter oluverdi. Düşünmüyoruz artık, düşündürmüyorlar bizi. Yazmalıyız denizin sabahki o cennetten çıkma kokusunu, martıların istekli ötüşlerini, eve ekmek götürmek için çalışan ve yine ekmek pahasına ölen işçilerimizi, çocuk bakışlarımızı yazmalıyız hatırlarken ki o eski günleri. Yazmalıyız kalbimizi şaha kaldıran sebil gözlü sevgilerimizi. Anlatmalıyız gamzeli, cennet gibi, rüzgârla gelen gülüşlerin güzelliğini. Gülüşler demişken, ömrümüzün gülüşleri olur bazen. Onları da yazmalıyız bir sabah esintisiyle birlikte kahvede, bir saniyeyi anlatmalıyız sayfalarca alabildiğine…

20 Mayıs 2014 Salı

Didinmek

Düşler ülkesindeyim; meraklı ve ümitliyim.
Sonsuzluk penceresi yine açık kalmış beynimin bir köşesinde,
Ve akıl almaz bir yorgunluk çöküyor bedenime,
Tir tir titriyorum nedensiz…
Kulak bile kabartan yok söylediklerimize herkes kendi dünyasında:
Unutulmuş ve sonbahar yaprakları gibi dökülüyor,
Bir bir kelimeler…
Heyhulaların ortasındayız bu gece:
Sessiz olun!
Çünkü duyacaklar en sessiz çığlıklarımızı,
Mahkum edecekler karanlığın en dibine özgürlüğümüzü…
Özgürlük?
Ama şimdi başlıyordu suskunluklarımız,
Oysa yeni başlamıştık değil mi düşünmeye?
Düşünmek?
Bu gece! Evet, Bu gece olacaktı her şey!
Merhamet etmek yok duygusallığa,
Ve lanetlenecekti aklın getirdikleri…
Yoktuk,
Yokluk içeren cümlelerimizin bile ihtiyacı vardı bitmeye,
Noktalar kabul etmedi yalnızlığımızı,
Ünlemlerse çoktular

Kaldık sorularımızla baş başa, geriye kalan sorunlarımızla…