Küçük umutların gölgesinde bir hayat yaşamak gerçekten çok zor. Böyle durumlarda o küçük umutları kaybetmek, hayatın yaşanıp, yaşanmamasını da doğrudan etkiliyor. Yere dizlerin değecek kadar eğilmişsin, avuç içlerin ve gözlerin yukarıya bakıyor. Senin bugün karnını doyuran rabbin yarın da karnını doyuracak muhakkak, ama sen yine aynı vaziyette yine yukarıya bakıyorsun. Annen, "ne oldu yavrum, yoksa yemeği mi beğenmedin?" diyor. Sonra birden aynaya bakıyorsun derinin rengi değişmiş. Bunu haketmediğini iddia ediyorsun kuşkusuz. Hemen inkara varmasa bile kalp kıran cümleler kuruyorsun, ellerini ağzının altına götürdüğün musluğun başında.
O güne kadar ne kadar etik olduğunu düşünmediğin lanetlemeler yasal sınırlar dairesine giriyor. Farkediyorsun ki gözlerindeki kornişlerin "stop"u düşmüş. Sağ lobu-sol lobu çekiştirdikçe sen, perdeler de uçup gidiveriyor ellerinden. Hadi, gitmiş olsunlar; birşey kaybetmezsin. Kaybetmiyorsun çünkü itiraz etmiyorsun bu duruma da. Hani başka bir durum olsa, yani ne bileyim mesela ayak serçe parmağını botunun topuğuna çarptığında çektiğin acı için bile itiraz edersin ama bu duruma itiraz etmiyorsun.
Ayak serçe parmağını çarptığın botunun topuğuyla yolunu kestiğin karıncayı düşün. "Oğlum, son kararı verici sana çok kızmış, o yüzden her yaptığın her itirazı reddediyor." demişti de yolunu üçte birlik ömür yolunca bulabilmişti zavallı. Bak ona da acıyorsun şimdi gördün mü?
Neyse, dur biraz. Şu, köşe başında mermerin içine nakşedilmiş ama yerden de haylice yüksek kaya parçasının üstünde az nefeslen. Muhtarın bakkal dükkanının yolunu gözle; iyi gelir ya da her başın sıkıştığında okutup, üfletmek için koştuğun hocanın evine bakarak düşünürken binbir türlü kerametler getir aklına.
Ya da kalk be, fazla oturdun. Zaten şimdi yağmur da başlayacak, Gir, şu kenarları paslanmış beyaz ve boyu en az senin üç katın olan demir bahçe kapısından. Merdivenlerden çıkarken evdekilerin nereye gitmiş olabileceğini düşün. Yağmur hızlanmış bu arada, koş hemen iki yanı gökyüzü alan mavi boyalı kare odaya. Sonra en çok bunun için yaratılmış gibi, hafiften sönmekte olan sobaya buruşturduğun gazete parçalarını tutuşturup at da biraz dışını ısıt; ellerin kızarmış çünkü. Üstünde, tüm saygılarını ona duyduğun kutsal kitabın olmadığını farkettiğin açık, fıstık yeşilini çalan ama mavi rahleyi al da dizlerinle çömel yere. Dışarıda yağan yağmura birkaç birşey oku. Bilirsin okuma yazması yoktur onun, konuşur sadece üşüyen yüreklerle, senin de yüreğin üşümüştü ya işte. Ve o pür dikkat seni dinliyor, dinledikçe ağlıyor, koşuyorsun cama, sanki yanaklarına damlayan gözyaşlarını siler gibi camda parmaklarını gezdiriyorsun. Ağlamak bulaşıcı hastalıktı o an hemen ilk öğrendiğin fazla bilimsel olmayan tespitinin deneyini yapıyorsun.
Belki de hayatta yanılmadığın, hata yapmadığın, en doğru sonuçları aldığın tek deneyini.
Senin ellerin değil, yüreğin üşüyordu çünkü.