17 Aralık 2015 Perşembe

İbrâhim Çağı

İnsan, topraktan yaratılmıştır,
İnsan, topraktan..
İnsan ve toprak
İnsan...
Toprağa su değdi mi çamur gibi gevşek insan.
Kurudu mu insan bir put
Putlar kırılmak içindi demişti balta.
Balta'nın ağzı yok.
İnsan, şerefli olduğu için insan.
İnsan, onuru için balta,
Baltayı, putların kafasına indirmek için kalkan el.
Yer çekiminden güç alan balta.
Kırılmak için bekleyen put.
Put için seferber olan set,
İnsan..,
İnsan onuru için kırılan put,
Put için miraca çıkan balta.
İnsan için aydınlık.
Aydınlık için, heyhat!

İsmail için bıçak,
Yusuf için kuyu,
Musa için yalnızlık,
Nuh, için tufan,
Put için balta.
Asra yemin eden ebabil kuşları için,
Rızkın onda dokuzunu pay edinen karınca için,
Putların yaşarmayan gözlerine inat,
Acımazsız gönüllerin ıslahı için,
Gökten inecek İbrâhim'lerin elinde olan.
Onuru için insan..
İnsan için balta.
Baltayla parçalanmayı bekleyen,
İnsanlığın onuru için yıkılan put.
Putlaşmış insan
Put ve insan,
Devrilen put
İnsan..


8 Aralık 2015 Salı

Umuma Açık Ruhlu İnsanlar

Umuma açık ruhlu insanlar çıktı bir de
Oysa bizim için iki türdü insanlar
Ya iyiydi ya da kötüydü anlayacağınız.
Umuma açık ruhlu insanlar;
Bana göre kapitalizmden daha tehlikeli,
Kötü alışkanlıklardan daha beter bir alışkanlıktı onlar.
Rutubetli odalardan daha pis kokarlar ya hani
Yağmurun yağmamak için kendini zorladığı,
Bulutların içini dökmemek için yere meydan okuması sırasında meydana gelen
Romatizma ağrısından daha ciddi bir hastalıktır onlar.
Umuma açık ruhlu insanlar,
Hayal etmenizin dahi ceza kanunlarında yeri olabilecek düzeydeki insanlar yani
Kabil'e yeni bir boyut getirmişler gibi sanki
Post-kabil düşüncelerle bilmukabil
Eğer vahyin sonu gelmeseydi,
Ve eğer gönderilmeden son peygamber,
Görülselerdi ortada bu umuma açık ruhlu insanlar;
Zannediyorum yaratanın gazabından pay alacak en az bir ayette bulunurdu onlar.
Bir tiyatro oyunundan bir kesit sunmaz size anlattıklarım.
Birebir yaşanmış trajediasıdır Epikuros'un!

30 Kasım 2015 Pazartesi

Pişmanlık


           En kötüsü de kulaklarım iki dudağına hapsolmuşken oluşan sessizliğin belki de. Ellerim ellerine değerken ruhuna ulaşamıyorum zaman zaman. İki dünya arasında çalkalanıyor zihinim: cennet ve sensizlik evrenim. Sahi bir insan nasıl olur da ölüm ve yaşamı aynı anda hissettirebilirdi tüm hücrelerime? Tarifi yok göğsümden içeri akan ırmakların. Ömrüm bir sevgi seli şimdi.

       Dakikalar geçiyor kayıtsız bakışlar arasında. Birkaç kelime gerek bu bedene ya da geniş vuran yüreğinden çıkacak bir gülüş. Neler söyleyebilirdi bir tebessümünün? En güzel  kelimeler gelse, anlatamazdı bunu kimselere. Ben hissederim.

       Kokun yayılıyordu gecenin ayazına. Hiçbir çiçekte bulunmayan bir kokuydu bu. Biliyordum… Saçlarının arasında bir bahçe gizliydi. Huzur dolarken kokunla bedenim, ellerin üşüyordu. Bir kere tutsan cehennem ateşleri alacaktı bedenimi, ısıtırdım belki. Ellerin tanımıyor gibiydi ellerimi.

       Bir marpuç bu kadar güzel  olabilirdi ellerinde. Bir duman bu kadar anlamlı çıkabilirdi belki de. Duman çıkıyor, ses çıkmıyordu sevdiğim. Bir bir ölüyordu kelimeler her dumanda. Her harf kaçıyordu dudaklarından. Zihnin adeta sonsuz bir boşluktu  hiçliğin içerisinde. Belki de bir tutam nefret…

       Belki de susmak gerekti bütün konuşulanlara inat. Seninle onu tatmak gerek böyle gecelerde. Bunun içinse sana doymam gerek sevgilim. Sorun şu ki, aç bu gönül. Seninle olan her şeye...

9 Kasım 2015 Pazartesi

Çocukken Ağlardım...

   Küçük umutların gölgesinde bir hayat yaşamak gerçekten çok zor. Böyle durumlarda o küçük umutları kaybetmek, hayatın yaşanıp, yaşanmamasını da doğrudan etkiliyor. Yere dizlerin değecek kadar eğilmişsin, avuç içlerin ve gözlerin yukarıya bakıyor. Senin bugün karnını doyuran rabbin yarın da karnını doyuracak muhakkak, ama sen yine aynı vaziyette yine yukarıya bakıyorsun. Annen, "ne oldu yavrum, yoksa yemeği mi beğenmedin?" diyor. Sonra birden aynaya bakıyorsun derinin rengi değişmiş. Bunu haketmediğini iddia ediyorsun kuşkusuz. Hemen inkara varmasa bile kalp kıran cümleler kuruyorsun, ellerini ağzının altına götürdüğün musluğun başında.
   O güne kadar ne kadar etik olduğunu düşünmediğin lanetlemeler yasal sınırlar dairesine giriyor. Farkediyorsun ki gözlerindeki kornişlerin "stop"u düşmüş. Sağ lobu-sol lobu çekiştirdikçe sen, perdeler de uçup gidiveriyor ellerinden. Hadi, gitmiş olsunlar; birşey kaybetmezsin. Kaybetmiyorsun çünkü itiraz etmiyorsun bu duruma da. Hani başka bir durum olsa, yani ne bileyim mesela ayak serçe parmağını botunun topuğuna çarptığında çektiğin acı için bile itiraz edersin ama bu duruma itiraz etmiyorsun.
   Ayak serçe parmağını çarptığın botunun topuğuyla yolunu kestiğin karıncayı düşün. "Oğlum, son kararı verici sana çok kızmış, o yüzden her yaptığın her itirazı reddediyor." demişti de yolunu üçte birlik ömür yolunca bulabilmişti zavallı. Bak ona da acıyorsun şimdi gördün mü?
   Neyse, dur biraz. Şu, köşe başında mermerin içine nakşedilmiş ama yerden de haylice yüksek kaya parçasının üstünde az nefeslen. Muhtarın bakkal dükkanının yolunu gözle; iyi gelir ya da her başın sıkıştığında okutup, üfletmek için koştuğun hocanın evine bakarak düşünürken binbir türlü kerametler getir aklına.
   Ya da kalk be, fazla oturdun. Zaten şimdi yağmur da başlayacak, Gir, şu kenarları paslanmış beyaz ve boyu en az senin üç katın olan demir bahçe kapısından. Merdivenlerden çıkarken evdekilerin nereye gitmiş olabileceğini düşün. Yağmur hızlanmış bu arada, koş hemen iki yanı gökyüzü alan mavi boyalı kare odaya. Sonra en çok bunun için yaratılmış gibi, hafiften sönmekte olan sobaya buruşturduğun gazete parçalarını tutuşturup at da biraz dışını ısıt; ellerin kızarmış çünkü. Üstünde, tüm saygılarını ona duyduğun kutsal kitabın olmadığını farkettiğin açık, fıstık yeşilini çalan ama mavi rahleyi al da dizlerinle çömel yere. Dışarıda yağan yağmura birkaç birşey oku. Bilirsin okuma yazması yoktur onun, konuşur sadece üşüyen yüreklerle, senin de yüreğin üşümüştü ya işte. Ve o pür dikkat seni dinliyor, dinledikçe ağlıyor, koşuyorsun cama, sanki yanaklarına damlayan gözyaşlarını siler gibi camda parmaklarını gezdiriyorsun. Ağlamak bulaşıcı hastalıktı o an hemen ilk öğrendiğin fazla bilimsel olmayan tespitinin deneyini yapıyorsun.
   Belki de hayatta yanılmadığın, hata yapmadığın, en doğru sonuçları aldığın tek deneyini.
Senin ellerin değil, yüreğin üşüyordu çünkü.

14 Eylül 2015 Pazartesi

Yaşamanın Başka Türlüsü

Bu yazıyı yazmama sosyal medya faktörü vesile oldu desem aslında pek yalan olmaz. Ama tamamen onun üzerine atamam bütün suçu. Ne zamandır düşünüyordum böyle bir konu hakkında yazmayı, muhtemelen siz gibi ben de istediğim cevaplara ulaşamayacağım, ama en azından atalarımın deyişiyle sözün uçup, yazının kalacağı yoldan ilerleyip bir-iki birşeyler yazmak gerekir diye düşünüyorum.
Sıkıcı bir giriş olduğunu varsayarak hemen konuyu açıyorum.
Konu şu; insan bir müzik aletidir, ondan ses almak için çalmalısınız.
Bunu düşündüm günlerce, çünkü ben gibi insanlar, diğer insanlarla iletişimi böyle kurarlar. Ve sanıyorum kitap okumayı daha çok severiz ya da dur, severim. Genellemeye itmeye gerek olmadığını düşünüyorum bugün. Bugün "ben" olacağım.
Kitap okumayı bu yüzden seviyorum anlayacağınız. Çünkü diğer insanların veya güzel bir insanın gelip de benden hangi notaların çıktığını hissetmesini, dinlemesini bekleyerek bir ömür geçiremem, hayatta yaşanan bir takım tecrübe edilmesi gereken olayları, tecrübe etmek için zaman kaybedemem. Ben bunların kolay bir yolunu bulduğumu düşünüyorum, bana kitap okumayı sevdiren bir yol.
Bunları da yazarken ne kadar sadist biri olduğumu düşündüm ki, kitapları bile kendi çıkarlarım için kullanıyorum diyelim.
Ama onların ben ne zaman onları dinlemek istesem, bana anlatacak birşeyleri her zaman var, Hem de kapağını açarken, sayfalarını çevirirken utanmıyorum da üstelik.
Beni öyle bir samimiyetle karşılıyor ki, inanamazsınız iyi ki de keşke diyecek bir vaziyet içerisinde olmadığını farkettiriyor.
Böyle ne kadar ve nereye kadar bilmiyorum.
Ya doğa ile yaşamayı öğreneceğim, mesela Samsun'a gideceğim.
Ya da kitaplığımın gölgesinde bilmediğim hayatların başkahramanı olarak yaşayacağım.
En çok da ben bileceğim.
Çok gezsem de, çok okusam da...

2 Eylül 2015 Çarşamba

Kim bu kapitalizm?

Başımız her sıkıştığında kapitalizme sallamak çok rahatlatıcı gelse de zaman kaybının ötesine gitmemektedir. Aslında her kapitalizme yaptığımız hakaret kendimize de varıyor. Vaaz vermek için bu yazıyı yazmıyorum birşey düşündüm ve kendimce haklı yanları olan bir yazı kaleme alacağım.
Evet, görüldüğü üzere konu kapitalizm ama tâbiki kapitalizmin SS'i olmadan bir yazı seyri izleyeceğim.
Geçenlerde bir karikatür gördüm, beni yakından tanıyanlar karikatüre ne kadar düşkün olduğumu ve onlardan hayat hikayeleri çıkardığımı bilir. Herneyse konu karikatürler ve benim flörtüm değil.
Karikatürdeki konu yarım liraya içtiğimiz suyun kapitalizm sayesinde tam liraya dışarıya verdiğimizle ilgiliydi. İlk zamanlar sosyalist yapımla eleştirdim. Vay dedim hakikaten de öyle. Bu kadar sarmış etrafımızı bu kalleş. Gel zaman git zaman, bir Eskişehir gezisinde bunun sebeplerini düşündüm. Şöyle bir çıkarım yaptım. "Acaba bu kapitalizm denen hain, zalim şey bizim pisliklerimizden para mı basıyor? Ama o zaman biz elimizle kapitalizmin yolunu açmıyor muyuz?" dedim. Nereden dedim, şöyle söyleyeceğim. Bizim hani nasıl bulmak istiyorsan öyle bırak diye eskiden kalma bir adetimiz vardı ya biz onu unutmuşuz. Biz pislettikçe yeni bir gelir kapısı açılmış. Bunun nedeni bence bu. Ha değineceğim bir nokta daha var sadece söyleyeceğim, bilâhare üstünde dururuz:
"Nasıl muamele görmek istiyorsan, sen de karşındakine öyle muamele yap."
Yap ki, paran ve zamanın sonra da duyguların cebinde kalsın.

28 Ağustos 2015 Cuma

Kötüyüm, Karanlığım Biraz, Çirkinim

Bir şeyler  korkutuyor beni. Gerçekliğinden emin olamadığım birşeyler belki de.
Bir masal sonu avcısıyım ben. Bitmeye yakın olan masalların sonlarına etkide bulunmaya bayılırım mesela. Gerekirse bir karakter daha çıkarırım masalın devamı için, hani derler ya; her masalın eski moda kötü bir kahramana ihtiyacı vardır diye. Kötü bir insan olmaktan korkmam çoğu zaman.
Ama kötü bir insan olmak da yoruyor sonuçta. Kötü insanlar da ağlayabilir öyle değil mi?
Yoksa bizim vicdan dediğimiz şey, eşit dağılmamış mı yeryüzünde?
Merakımdan çok fazla şeyleri kurcalamaya bayılıyorum özellikle de imkansız olanları mesela. İmkansızlık derecesini test etmek harika bir tat benim için, tıpkı antepfıstıklı tereyağlı baklava gibi. 
İmkansızı mümkün kıldığım görülebilmiş değilse de mümkünü imkansız kıldığım gerçeği tartışmaya söz konusu olamayacak derecede aşikârdır.
Biz nerede ve nasıl yıllanıyoruz değil mi? Bizi kimler, neler hangi ismini koyamadığımız gerçekler yoruyor hiç bilemiyoruz değil mi?
Gördüklerimiz ve düşündüklerimizden başka hiçbir adını koymaya cesaret edemediğimiz şeyler mesela.
Uzun lafın kısası kötü olmak bazen kötü değildir.
Hayatın size ne kadar kötü davrandığına aldırış etmezsiniz çünkü. O yüzden kötüsünüzdür. Ve kötülere bişey olmaz. Kötüler daima kaybeder.
Tüm kötülere...

11 Ağustos 2015 Salı

Biz'de Bir Zamanlar İnsandık

    Konuşunca eksilip, yazdıkça çoğalan bundan daha başka ne olabilir ki bu hayatta?
    İşte şimdiki uğraşım da bu olacak, yazdıkça daha çok kabuk bağlayan yaraları kanatacağım. İki sene evveline kadar her insanın aynı şans oranına sahip olduğuna inanıyordum. Şu iki aydır da bu fikrimin zıttını delicesine savunuyorum. Sanki bu hayatta doğuştan mimlenmiş, ne yapsa da işleri yoluna koyamayan insanlar var da biz de onlardan birisiyiz diye düşünüyorum.
    Acılarımızın kotası olduğunu söylemiştim daha önce. Acılarımızın kotası olduğuna göre insanların kotaları da çabuk dolabilir, daha büyük acılar yaşayanlar var diyerek teselli vermek, boşa çabadan öteye gidemiyor.
    Nihayetinde ne kadar yansıtıyoruz ki içimizdekileri, dışımıza? Bu sokakta yürüyen insanlar kendisi mi? Herkesin bir uğraşı, bir amacı varmış gibi yanımdan yürüyerek geçerken, benim bu hayattaki tek amacımın, onların ne amacı olduğunu, bu hayatı ne uğruna ve neyin için yaşadığını sorguluyor olmam da bu insanlarla aynı şansa ve aynı hayat mutluluğuna ulaştığım sonucunu doğurur mu?
    Kim ne derse desin, ceza kotası varsa onun gibi dünya'ya gönderilen insan kotası da vardır. İnsan kotasını aştığını düşünüyorum, hoş, kotanın artık insanlıktan da çıktığını düşünüyorum da buna da ileride -belki- değinirim.
    Cesareti elinden alınmış, şansı da %5'ten fazla yapılmamış, korkuların tümünü bir ruhta toplanmış, ve kararsızlıklar içerisinde dünya'ya gönderilen insanların yaşaması her seferinde bir cinayettir.
    İster inanın, ister inanmayın ama bu dünya'da acının değişik türleri olduğuna inanın.

4 Ağustos 2015 Salı

Seni Döktüm Kağıtlarıma


Seni döktüm kağıtlarıma,
Hep daha fazlası oldun.
Kelimeler evreninde yok geçtiğimiz yollar
Ruhumuzun sarılışları anlatılamaz.
Yok dün ki acılar yüreğimde
Mutluluk yazdım göğsümden içeri
Daha bir geniş vuruyor artık
Nice sözler verdim kendime
Sözüm olsun seni kaybetmem geri

Kalbim şimdilerde festival alanı
Her köşesi daha bir çocuksu
Ve bedenim derya
İçinde sen
Sen kokan köşelerde 
Diniyor dalgalarım.
Seni duyabilmek için süzülüyor kuşlar sessizce
Ve ben yine seni döküyorum kağıtlara
Mürekkebim ol.

14 Temmuz 2015 Salı

Bilesin

Dizlerini, dizlerimin arasına alsam
Sonra saçlarını okşasam karışan kokumuzda
Kulağına eğilip sessizce fısıldasam:
Seni seviyorum.
Mutlu olur muydun?
Yani,
Dokunur muydu yüreğine sözcüklerim
Hayalini kurduğum şu manzara sürüp gider miydi dudaklarınla
İyilik ve güzelliğim olur muydun bütün yorgunluklara inat
Marpuçumdan çıkan dumanıma misafir olur muydun geceleri
İsterdim.

Gözlerin gözlerimden gitmesin,
Bırak!
Sevgiyi öğreteceğim onlara
Çünkü ben bizi hak ettim
Ve bizi düşlerim bir Ömürde.
Gözlerin konuşur
Ben düşlerim.
Şayet susarlarsa
Ben düşerim gönlümün uçurumundan,
Bilesin.

23 Haziran 2015 Salı

21. Yüzyıl Ütopyası

Basit bir hayatı yaşamak o kadar da kötü olmasa gerek. Gönlünün her istediğini alamamak, her istediğini yiyemek, her istediğin yere gidememek, her istediğini yapamamak bunlar olmasa da olurdu. Sadece hayatın bir yığın buhranından kaçıp sığındığın bir evin olsa, sevdiklerin olsa yetecekti. Tek katlı falan çok abartılı değil, bir-iki odalı olsa yetecek. Ne güzel olurdu değil mi, o bir-iki küçük odalı evdeki çay sohbetleri. En çok duymak isteyeceğimiz cümle "Çay'ın bittiyse tazeleyeyim" olurdu sanırım. Yanına da uğraşıp emek verdiğin tatlı kurabiyeler olurdu belki de. Sonra belki yaz gelir, aynı eylemi dışarıda evinin önüne attığın şirin sandalyelerde gerçekleştirirdin ya da ne bileyim, çimlerin üstüne otururdun mesela. Gökyüzüne bakıp, yıldızları sahiplenirdin. Karın boşluğundan, ciğerlerine soğuk hava alışverişi olurdu, sen gülümserdin sürekli. Tamamını bilmediğin şarkı sözlerini mırıldanırdın tüm hissettiğin duyguları içeren. Şarkılar seni anlatırdı o gün, sen susardın ve şarkı söylerdin. Bilmediğin yerlerinde "mmm'lardın" sevdiğin insan tamamlardı geri kalanını. Eve götürmek için aldığın sıcak ekmeğin kokusuna pes edip, eve gelmeden kenarından başlamışsındır yemeğe. Televizyon girmese mesela, hani diyorum bir radyo olsa da sürekli halk müziği, sanat müziği çalsa. Konuşmaları süslese arkadan hiç susmadan. 
Bir hayalim var, evet. Belki zor ama kurmaktan bile hoşlandığın hayalin. Basit bir hayat işte, Kahvaltılıklarını evinin önünde yetiştireceksin mesela. Hani her günkü kahvaltın değil sadece bir günlük kahvaltını kendi yetiştirdiklerinden hazırlasan, bir yıl yetecek sanki. Siz hiç bir domatesin kızarışına şahit oldunuz mu? Sizi mutlu etmek için her gün makyaj yapıyor gibidir, her gün güzel gösterir size kendini. Yetiştirdiğiniz biberin ne kadar acı olduğuna bile bakmazsınız. 21. yy. ütopya'sı gibi geliyor. Çember genişliyor...

21 Haziran 2015 Pazar

Zaman



Zaman daralıyor geçtikçe zaman
Öyle ya bitecek şu ömür günün birinde
Bitmeden bir masal olalım isterdim

Biz diye başlardım bütün cümlelerime
Bizi anlatırdım çiçeklere bile
Bazen boğazın ortasında bazense uçurumun kenarında ettiğimiz dansları anlatırdım onlara
En güzel sözlerin sana söylendiğinden bahsederdim
Kuracağımız nice kamplar doldururdu sohbetimi
Bir patikada yürüdüğümüz yolculukları dökerdim gözyaşlarımla
Fakat artık bana bakan sen değilsin
Bense kendimi arıyorum mısralarımda
Anlatamıyorum...

Zaman daralıyor geçtikçe zaman
Öyle ya bitecek şu ömür günün birinde
Bitmeden biz olalım isterdim.

10 Haziran 2015 Çarşamba

Tekrar ve tekrar

Mum ışığının aydınlığında duvara yansıyan gölgem bile isyan ediyordu. Taranta Babu'ya yollanan mektupları okumak bile artık sakinleştirmiyor beni. Dinlediğim müzikler bile bazı şeylerin habercisi. Hayata tutanmak istiyorum, ama her zaman en güvendiğim yanı bile serap oluyor. Bir insan kaç defa düştüğü yerden kalkabilir? İnsan hiç ayakta durmayı öğrenemez mi? Sakarlık herkesin mi fıtratında var? Nazım Hikmet okusam aynı, Cemal Süreya okusam aynı, Attilâ İlhan okusam aynı... Tüm bu insanlar aynı kadına mı aşık oldu? Şiir yazmaya titreyen ellerim, kulaklığıma bile uzanırken titrer oldu, kalben uzak, bir telefon kadar yakın yarma dünya insanları ile çevremiz aydınlanıyor olamaz. İçimiz karanlık. Ya da doğruyu söyleyeyim içim karanlık. Kimseyi suçlayamam mutlu mesut yaşayanlar var çünkü. Bazı insanlar mutluluğu haketmiyor, bazı insanlar güzel duyguları hiç yaşamamış, bazı insanlar işte... Hayalleri çok gelişmiş bazı insanlar işte. Rüyalarından başka birşeyi olmayan bazı insanlar. Müziklerinden başka birşeyi olmayan, odanın ortasında yanan mum ışığından başka kendilerini anlayan olmadığını sanan bazı insanlar. Onlar hep yaşar, sonra çabuk ölür, sonra ceza olarak bir daha dirilir ve hemen bir daha ölür. Bazı insanlar sürekli ölür ve kahretsin ki sürekli dirilir. Onların dinlenmeye hakkı yoktur. Onlar ölmek için değil dirilmek için gelmiştir. Onu da tam beceremezler ya, hadi neyse. Sonra buluttan nem kaparlar, yağan yağmur ile ağlama yarışına girerler koskoca bir bulutla. Toplum tarafından yadırganan ne kadar şey varsa hepsi bunlarda, ne ölmeyi ne de dirilmeyi beceren bazı insanlardadır. Bazı insanların anlatacakları çoktur ama kimse dinleyeni olmaz. Onlar da susar bu yüzden tekrar tekrar tekrar dirilmeyi bekler. Tekrar ve tekrar... kahretsin ki tekrar ve tekrar...

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Elveda


  

   Aylardan mayıs. Tenha bir yalnızlıkta üşüyorum. Sarılacak bir koku özlemiyle geçirdiğim gecelerin sayısını unuttum. Sahi ne kadar olmuştu güzel bir kızı öpmeyeli? Hatırlayamayacak kadar sarhoşum. İçmedim zira, yalnızlık sarhoşluğu koydum adını. Bir şeyleri unutmak istediğimde ben hep bunu söylerim. Kim bilecek ne içtiğimi? Şayet sorarlarsa, kederimi içtim derim. Ya da kim bilecek hissizliğimin ne olduğunu? Kim anlar ki içimden geçenleri, yapmak istediklerimi? Ben anlamıyorum. Zor geliyor düşünmek. Bazen düşünür oldum... Eskiden çok düşünürdüm oysa. Her adımımı düşünürdüm olur ya çukura denk gelir, sendeler insan. Ben gelemezdim çukurlara, zaten onları da sevmezdim. Zor geliyor düşünmek Adımımı yaşamadan atar oldum, uçurumdan düşsem kime ne? Düşmüşüm zaten  dünya denilen yalana. Öyle ya bir garip yer şu dünya dedikleri, yandaş arar durur dönmelerine. İnsanlar da az kalleş değiller gerçi. Dönüyorlar durmadan dünya eşliğinde. Dönsünler değmiyor artık bana. Kaybedecek bir şeyim yok! Bırakmadılar. Neyi bir yudum sevdimse ateşe attılar. Bir keresinde yeşil kokulu bir gülüşü sevmiştim. Bir kere değil gerçi, günlerce sevmiştim. Ağlattılar. Bazen aklıma geliyor, yine sarhoş oluyorum. Ben bu aralar epey sarhoş oluyorum. Sarhoşluk türkü getiriyor şu bedene, ayrılığın hediyesi oluyor. Yüreğim dağlanıyor be Ahmet abi. Gözümden yaş gelmiyor artık, gücüm yok!

   Sevmediğimiz yollara hep sevdiklerimiz için gittik. En olmadık zamanlarda hep oluru bulduk. En uçuk çarpıntılarda hep aşkı hissettik. Hani her gördüğünde kalbinin farklı çarptığını hissedersin, her sarılışında kokusunu içine çekersin, her sözüne şiirler yazmak istersin, her fotoğrafına düşler kurar, hem herkesin sizi bilmesini hem kimsenin öğrenmemesini istersin Zira Onunla geçen anını dahi bugününden kıskandıran yine Odur- hem sevilip hep sevmek istersin ya, bana her bakışında hissettirendi. Ben ona bağımlıydım, onunla o yanımda değilken bile güçlüydüm. Yanımda oturup yüzüme bakmazken bile mutluydum. Çünkü o görmese bile bizi, gökyüzü her anımıza şahit, rüzgar bizim karışımımızı sürüklüyordu yalnızlığa inat. O fark etmese bile ben onunla vardım onsuz bir ölü. Artık o yok ve ben bir ölü. İnsan ölünce suskunluk ve çaresizlik arasında bir yerlerde kalıyor. Hüzün suyunun içinde fanusundan çıkamayan balık gibi dört tarafım kapalı. Özgürlüğe inat özgürleşemiyorum eskisi gibi. Sevda dağına tırmanan bir dağcıydım ben. Halatım koptu. Yapacak, görecek, sevecek hiçbir şey kalmadı artık. Her yerde her zaman hiçlikle çevreleniyorum. Giderek hiçliğin içine gömülüyorum. Cenaze namazım kılınmıyor,  sesim çıkmıyor, kimse bilmiyor ölen beni benim içimde. Kendimi savunacak bir dikenim, gözlerimi kapatmadan önce sevdiğimi hatırlatan yıldızlarım da yok artık. Gününü aydınlatacak birisi olmayınca güneş anlamsızmış meğer. Artık her yer karanlık. Maria mektup yazmıyor, aylaklığım tutmuyor, gözüm görmüyor. Bir bedenin içinde binlerce kez bozguna uğradım. Öldürdüler ruhumu. Bir bedeni öldürmek bir ruhu öldürmekten daha basitmiş meğer. Bir ince ipliğe bağlıyken bedenimiz, ruhumuzu binlerce kez hançerlediler. Öldüm artık.

   Oysa böyle mi olmalıydı? İki bedende tek ruh olmak bu kadar zor mu gerçekten? Hayatın klişeleşmiş düzeni ve insan yığınları içerisinde yalnızlığa itilmiş varlıklarız biz. Sarılmak bir ütopya şimdi. Başarısız ömürler gecesi bu gece. Hani insan saçıyla bir bütündür, ona şekil verir, onunla hazırlanır, onunla güvende hisseder ya biraz da olsa. Benim saçım sevgimdi, bedenimden yoldular. Her telinde acımı yaşadım içerlerde. Artık sevgisiz ve aşksız bir ölüyüm. Sol yanım acıyor, sol yanım matem. Dayanmak o kadar güç ki... Bu dert beni solumdan ediyor. İçiyorum yalnızlığı, kanıma karışıyor. Hissizliğimin doruk noktası şimdi. Ben yine ölüyorum bu gece. Elveda.

4 Mayıs 2015 Pazartesi

Taranta Babu'ya

Merhaba Absürdiyet okuyucuları,
Kaç kişiyiz bilmiyorum. Çok da uzun zaman oldu yazmayalı. Klişe olarak hayat telaşesi denilebilir. Mazaret bulmada usta olan varlıklarız öyle değil mi? Merak edebilirsiniz. uzun zaman sonra ne yazdırdı bu çocuğa. diye. Twitter'da dolaşırken farkettim ne güzel laflar söylenmiş, güzel laflar derken duygusal olanlardan bahsediyorum -duygusal olandan kastım biraz edebiyat mı ne bileyim işte göze ve kalbe güzel gelenlerden diyeyim.- Her neyse çok farklı bir giriş yaptığımın farkındayım konuyu saptırmadan uzun zaman sonra niye yazdığımı söyleyebilirim.
Duygusunu ve heyecanını kaybetmiş bir adam düşünebilirsiniz, düşünmeyenler için yazının buradan sonraki kısmı biraz masal olabilir. Şuna inanmıyorum; duygusuz bir insan yazmayı da unutur. Yazmaktan kastım akademik yazılar değil elbette. Ha, onlarda ayrı bir aşkla okunuyor, o ayrı. Göze ve kalbe güzel gelen duygulardan bahsediyorum. Bu duyguları yitirenlerin alfabesi eksiktir. Buraya yazmak için bunca zamandır harf arıyordum. Galiba yeterli harflere kavuştum. Ondan bu cesaret. -Bir de Ezginin Günlüğü - Siyah Gözler - dinliyorum ya belki de ondandır. -
Demiş ki vatandaşın biri "isminin geçtiği cümlelerde gözlerim doluyordu" buna dikkat çekmesem olmazdı. Bunu tüm göze ve kalbe güzel gelen duygu sahipleri bilir. Bir gün bu cümleyi kuracak kadar harflerim olmasını diliyorum.
Belki sonra, bir yerlerde ama büyük ölçüde yine burada buluşacağız.
Yazımı okuyan varsa sihirli kelimeleri mırıldanabilir.
Önce Taranta Babu'yu sonra sizleri en güzele emanet ediyorum.
Hoşça kalın...

23 Nisan 2015 Perşembe

Ağlıyorum












Bazı geceler içim kanıyor
Sessiz ağlıyorum hıçkırıklarımda
Kimseler duymuyor.
Damlalar süzülürken tenimden
Birikiyor gönül gölümde gözyaşlarım
Bir gün taşacak elbet.

Bağıramıyorum artık
Gücüm yetmiyor.
Nefes alırken zorlanıyorum, sızlıyor ciğerlerim.
Lakin sigaradan değil.
Kederimi soluyorum.

Daim mutluluk olmaz elbet.
Gelecek günlerin ne getireceği belirsiz,
Kimi zaman ölüm, kimi zaman terk ediş.
Eğer mutluluk getirirse ayrılık
İşte o zaman başlar serzeniş.


Ağlıyorum from Oğuzhan Serhat on Myspace.

28 Mart 2015 Cumartesi

Umut


Anılara uzanan patikalar,
Yıllara bürünmüş yalnızlık yığını,
Zifiri karamsar bir gece yine...
Ömrümden yeni bir kış eksilmişken
Seninle atıyorum adımımı
Sonu gelmez baharlara.
Sana sarılışımla yeşeriyor ağaçlar,
Göz kapaklarının arasından uzanıyor gelecek...
Her saniye daha fazla açılıyor gözlerin.
Sakın durma!
Işığı ol gönlümün, güneşi kıskandıran gözlerinle...


Umut from Oğuzhan Serhat on Myspace.

15 Şubat 2015 Pazar

Uçurum


Biz neydik biliyor musun?

Bir uçurumduk, kıyısında ömür bulunan. Öyle bir uçurum ki orada ömür vermek ölüme ant içmekti bir bakıma. Atlayansa ben oldum sonsuzluk boşluğuna. Ellerinden kayıp düşüşümle her saniye, her metre daha fazla yakındım senin hayalinle geçecek bir ömre. Sen düşmedin, ben sana ne kadar yaklaştıysam, ne kadar güzel baksam da gözlerine, her santim düşüşümde şiirler de yazsam, benim yakınlığım kadar uzaktın. Düşerken hissedilen korku ve heyecandık biz. İkisini de yaşattın her sarılışında. Bir sevdanın içinde olması gereken ne varsa hissettim kokunda. Ama…

Ama yalnızca ben düştüm bu uçurumdan, bir ömrün hayaliyle. Ben saklandım mutlu hayallere gerçekleşirmişçesine. Ben seyrettim akşamüstlerinde kalbimin batışını denizlerin ardından. Öyle derine battı ki ömrüm, dirilmedi küllerinden. Atmadı bir daha eskisi gibi asla. Oysa…

Oysa uçurumdan düşen ben değil, biz olmalıydık. Yalnızlığı sevmediğimi bilirdin oysa ve de seni ne çok sevdiğimi… Oysa bir hayat düşlerdik geçmişin karanlığına inat. Yağmurun elleriyle okşanan bir yaşam sürerdik geceleri. Olmadı, düşmedin benim gibi.

Şimdilerde neyiz biliyor musun?

Geçmişte biriken his yığını ve geleceğe uzanan hissizlik. Belki de sensizlik evreninde bir hiç…  Bilmiyorum.

7 Şubat 2015 Cumartesi

Yol

  
   
       Bir yol düşünün, bunca zaman doğru sandığınız davranışlarınızı içeren, kalıplaşmış ve sıradanlaşmış tekrarlar barındıran, bir öncesi günün aynısını bir sonraki gün görebileceğiniz bir yol. İşte biz bu yola koyulduğumuz için sıkışıp kalıyoruz çoğu zaman. Nedendir bilinmez fakat değişiklikten, yeni birini tanımaktan, bir cigara yakmaktan ve hatta tebessüm etmekten dahi korkuyoruz. En kötüsü de başta söylediğim gibi bu yolun doğruluğuna inanıyoruz.
       Bir tebessüm yazısı yazacağım bugün size, bir bakış hikâyesi ve belki de yeni bir yolun haritasını çizeceğim gecenin ayazında üşüyen ellerimle. Bir yeşil bakış, uzun ince ve denize çıkan patikalar izleyecek ardını.
       Alışkanlıktan geçecek ilk patikamız bu uzun yolumuzda. Nedir bir davranışımızı bunca zaman devam ettirmemize neden olan dürtü? Gevşeklik mi, mantık mı bilinmez fakat bir fırtla bile başlatabildiğine göre hakim olamadığımız kesin J Her şey bir fırt aslında. İlk bakış, ilk konuşma, ilk yüzme deneyimimiz ve daha niceleri… Alışkanlıklarımız kimi zaman bir sigarayken kimi zaman bir kadın oluyor(Gerçi çok da farklı sayılmazlar ikisinin de fazlası öldürüyor J ). Fakat burada asıl önemli olan İkisinin de hayatımıza bir şeyler katması ve bizi kendine bağlaması. Zamanla ise bu bağlılığın artması ve alışkanlık haline dönmesi. Buradan ne sonuç çıkaracağımı inanın bende bilmiyorum fakat yazımın ilerleyen kısımlarında bir şeyler olmasından, yeni bir cigara yakıp düşünmenizden umutluyum J
       Sıradanlık sapağındayız şimdi de. Bu sapakta alışkanlıklarımızın ve davranışlarımızın zamanla sıradanlaşmasına şahit olacağız. Saklanış bir bakıma, hayatın tekdüzeliğinin ardında bir gölge, bu gölgeye doğacak güneşe inkar etmek ve sonu belli bir hayat seçimidir sıradanlık. Birilerinin aklımıza sokup durduğu zavallılık hali biraz da. Etrafımızdaki insanlar neyin doğru olduğunu biliyormuşçasına bizleri öğüt kurşununa diziyorlar. Gördüklerinden örnekler verip onların istediği yola girmemizi istiyorlar. Hayır arkadaşlar, doğru olan yol bildiğimiz yol değildir bazen. Bir önceki günün doğruluğunu ancak farklı bir gün geçirerek anlayabiliriz. Bizse hayat denen yumurtaya oturmuş ve bir tavuk gibi görevimizi yapıyoruz. Biraz isyan gerek böyle durumlarda ya da özgürlük bir bakıma J
       Korku ise özgürlüğü kırbaçlayan bir içgüdü ruhumuzda. Öyle bir his ki adım dahi attırmıyor insanlara, bir tebessümü çok gördürüyor, bazense sevmekten korkutuyor. Sahi insan sevmekten neden korkar ya da güleceği bir adımdan? Bilmiyorum. Fakat korku hakkında bildiğim bir şey varsa onun evrenin en etkili silahı olduğu gerçeği. Aksi takdirde güzellik yolunda atılabilecek bir adımdan insan neden korksun ki? Ne olursa olsun yine de korkutmamalı değişiklikler bizi, denemeli bir başka cigarayı gece yarısı, solumalı dumanını değişikliğin ya da geride kalan bir ömür enkazının. Ne kaybederiz ki?
       Doğru olanın kavşağındayız şimdi de. Doğru dediğimiz denenmeyeni deneyerek daha iyi olanı bulmak bir bakıma. Biz Ali, Mehmet, Ayşe veya bir başkası değiliz. Biz onlardan farklıyız. Belki de biz onların yanlış dediği yolda yürüyerek mutluluğa ulaşacağız. Ya da bir tecrübe edinip yolumuza devam edeceğiz. Her türlü kazanan biz olabilecekken sıkışıp kaldığımız o ince yolda devam ediyoruz. Hayır hayır hayır doğru olan bu değil…
       Değişiklik bizim çıkışımız arkadaşlar, süregelenin dışına çıkmak daha önce yapmadığımızı yapmak ve olgun bir insan olabilme yolunda atacağımız bir adım. O ince yolun hemen yanındaki yaylada koşmaktır değişiklik. Özgürlüğün ciğerlerimize dolması ve bir tutam özgüvendir. Bir sevgi yoludur değişiklik, bağımlılıktır. Eğer sıradanlaşacaksak değişiklik yolunda sıradanlaşmalı insan, bir kız sevilecekse farklılığıyla sevilmeli, bir yol gidilecekse o yolda koşulmalı. Biz bunu yapabilecek bireyleriz korkmayalım J

  


31 Ocak 2015 Cumartesi

His













Bilinmezliğin içinde bir ben dolaşıyor gecenin karanlığında,
Bendeyse bir his çoğalıyor dolaştıkça geceleri.


Kanıma karışan yalnızlıklarım,
Yanılmaya yüz tutmuş umutlarım,
Yıkılmaya gücü kalmamış bedenim,
Zerdali bir bakışta sıkışıp kalan anılarım...
Söyleyin geri getirirler mi beni bana?
Bilinmeze yürüyorum.


Garipsenmişliğin ortasındaki aciz ömrümde,
Bir iki sonsuz düşe sıkışmış koca bir hatıra,
Sonra içinde sevda olan bir masal
Ya da dalından koparılmış bir tutam rüzgar gibi,
Bilinmeze yürüyorum.


Gidenler değiştirir hayatları,
Sevenler kalır geride.
Hep böyle derlerdi,
Ben kal(a)mam işte.
Bilinmeze yürüyorum.